8 Mayıs 2016 Pazar

Gençliğimin !KATİLİSİN! Göztepe

Çocukluğumun geçtiği Göztepe'ye yirmi yıl sonra geri döndüğümde Gürsel Aksel stadının duvarları, dilsiz bekçi, ve açık hava sineması dışında herşey yerli yerindeydi. Üstüme para almayı unuttuğumda beni tanımadığı halde sonra verirsin diye aldıklarımı zorla veren esnaf amcalar bile duruyordu.  Maç günleri dışında semtin sakinliği insana huzur verir Göztepe'de. Kimsenin acelesi yoktur sanki. Yüzlerde ki tebessüm moralinizi arttırır. 
Yağmur yağarsa da belediyemizin hediyesi yapay göllerde ferahlayıp stres atabilirsiniz. Günler ağır geçerken maç günü bir anda değişir semtin havası. Her köşede heyecandan yerinde duramayan delikanlılar, her masada Göztepe şerefine kadeh tokuşturan ağır abiler görürsünüz. Maç saatine yakın omuzlarında çocuklarıyla babalar, sırtında forması boynunda atkısı ile anneler iner semte. 
Skor ne olursa olsun değişmeyen tek şey Göztepe'nin varlığına şükürdür maç sonunda. Hatta ıssız kuytu köşeleri gördükten sonra bir değil bin şükürdür. 
Göztepe taraftarının en sevdiğim bestelerinden biri "Gençliğimin Katilisin Göztepe" olmuştur. Ama kimsenin katili olamayacak kadar güzeldir Göztepe. 
Kimilerine göre hüsranla biten bir sezon geçti. Olsun varsın Şampiyonluklar yaşanmasın. Semt hiç bozulmasın, Göztepe çok yaşasın...

24 Mart 2016 Perşembe

VAZGEÇİN LÜTFEN !

Ülkemizde yaşanan üzücü olayların ardından henüz sezon bitmeden yabancı oyuncuların ayrılık haberleri dolaşmaya başladı. Maddi, manevi gördükleri her türlü desteğe rağmen can güvenliklerinin tehdidi onları ayrılığın eşiğine getirdi doğal olarak. Bu konuda fazlasıyla da haklılar. Bir insanın ailesinden ve canından daha kıymetli ne olabilir ki şu hayatta. 
Olayların öncesine dönersek bizim açımızdan değişen pek fazla bir şey yok aslında. Özellikle alt liglerde herhangi bir önlem yok bizi korumak adına. Bulunduğumuz otobüsü bilerek ve isteyerek binlerce eli taşlı, sopalı taraftarın arasına  sokabilirler ya da sahanın içerisine bize saldırması için görevli adı altında gözü dönmüş yaratıklar yerleştirebilirler. Kafamız yarılır, kaşımız patlar, ayağımız kesilir ama davacı olabiliceğimiz kimse yoktur. İki bilemedin üç maç saha kapatma cezası ile pansuman yaparlar yaralarımıza.
Bunlar rakiplerin tezgahları tabi. Kendi kulüplerimiz de var. Sezon başında transfer masasına oturursunuz. Bir önceki iyi geçirdiğiniz sezona ya da kariyerinize istinaden yüksek bir bedele anlaşma sağlarsınız. Karşılıklı imzalar atılır ve sezona şampiyonluk parolasıyla başlanır. Fakat işler umulduğu gibi gitmez. Takım şampiyonluktan uzaklaşır. İlk iş  yüksek bedelli oyuncular 
kadro dışı bırakılır. Sonra bu oyunculara alacaklarından vazgeçmesi teklif edilir. Çünkü oyuncular yeterli performans sergilememiştir. Doğal olarak o parayı hak etmiyordur! Vazgeçmiyorsa tehdit, hakaret başlar. O da etkili olmazsa taraftar grubundan beş, altı kişi oyuncunun tek başına antrenman yaptığı sahaya gönderilir. Yeterli miktarda taciz, tehdit edilir gerekirse futbolcu dövülür. Sonuç genellikle kulüp lehine olur. Çünkü can herşeyden önce gelir.
Hepimiz terörden korkuyor, lanetliyor ve bir an önce bir daha yaşanmamak üzere yok olmasını istiyoruz. Fakat bunu isterken birbirimizden, renklerimizden, farklı düşüncelerden nefret etmeye devam ediyoruz. Kendi elimizle kendi terörümüzü yaratıyoruz. Vazgeçin lütfen!
Savaşa bile ara verdirmeyi sağlayan futbol artık bizde de  birlik olmayı, dost olmayı sağlamak için var olsun. 

26 Şubat 2016 Cuma

BİR YILDIRIM MASALI ⚡️⚡️⚡️

Bir salı günü klasiğimiz olan  her hafta aynı takımlarla oynadığımız, yarı sahada yaptığımız çift kale maçımız başlamak üzereydi. Ortaya koyduğumuz bahsi sürekli değiştiriyorduk. Baklava, muz, tişört, çikolata gibi küçük ödüller alıyordu kaybeden takım. Lig maçlarını aratmayacak sertlikte ve tempoda geçiyordu genellikle. Sanırım başarımızın sırrı da bu maçlarda gizliydi. 
Henüz yağmur başlamamıştı ama fena yağacağı belliydi üzerimizdeki kapkara bulutlardan. Hocada yağmur başlamadan önce idmanı bitirmek için acele şekilde, elinde topla orta sahaya geldi. Basketbol gibi hava atışıyla oyunu başlatmak için iki kişi çağırdı. Topu havaya attığı anda bembeyaz bir ışıkla beraber kafamın arkasında büyük bir acı hissettim. Aynı anda yüzüstü yere çakıldım ve bu seferde kafamın ön tarafını yere çarptım. Sonra acıyla beraber heryer karardı. 
Gözümü açtığımda her yerimde kablolar vardı; koluma ise serum bağlıydı. Hemen yanımda da kalp ritmini gösteren o sinir bozucu cihaz. Karşı yatakta Önder yatıyordu.  Kendimi göremiyordum ama Önder'in haline bakılırsa pek iyi durumda değildim. Hemşire butonuna bastım. Ne olduğunu sordum. "Üzerinize yıldırım düştü" dedi. Yüzünde şaka yaptığına dair en ufak bir belirti yoktu. "Ama merak etmeyin korkulacak bir şeyiniz yok" dedi. Kulağa komik geliyordu ama gerçekten de sahaya yıldırım düşmüştü. Tüm ana haber bültenlerine son dakika haberi olmuştuk. Yaşadığımız öyle büyük bir boyuta ulaşmıştı ki telefonla konuşana dek öldüğümüzü düşünenler bile olmuştu.
Bir kaç saat sonra yaşanan korkunç olayı unutmuş dalga konusu yapmıştık. Sanki yoğun bakım ünitesinde değil beş yıldızlı otelde tatil yapar gibi her isteğimizi ayağımıza getirtiyorduk. 
 Anlatılanlara göre; sesi duyunca koşup pencereden bakan şoförler odası başkanı bizi sahada yerde yatarken görmüş. Panik halde ambulansın anahtarını kapıp bizi hastaneye yetiştirmek için sahanın kenarına gelmiş. Baygın olanlar sağlam olanlar tarafından taşınırken aceleden ambulansta unutulan tabut dışarı çıkarılmış. Yarı baygın vaziyette tabutu gören Önder öldüğünü düşünüp tamamen bayılmış. O anda çok kötü durumda olmayan arkadaşlarda çok geçmeden fenalaşıp hastaneye kaldırılmış. Hemen peşimizden yoğun bakıma alınan hava atışı mağduru müzmin yedek Sefer "Yıldırıma kafa attım daha ne yapayım?" diye sayıklıyormuş. Herkes baş ağrısı, dönmesi ve mide bulantısından şikayetçiyken fırsattan istifade malzemecimiz Mehmet abi bel ağrısı şikayeti ile hastaneye gitmiş. O sırada eğilmiş vaziyetteymiş çünkü. Doktordan önce hocamız teşhisi içine yıldırım kaçması olarak koymuş. Hocamız hemen arkasından "Bu havada antrenman yaptırılır mı?" diyen doktora da koymak fiili ile biten cümleler kurduktan sonra basına açıklama yapmak üzere tesisin yolunu tutmuş. Sağolsun federasyonda hafta sonu yapacağımız maçı iptal etmiş. Bizede gökten üç elma yerine iki yüzbin volt kadar elektrik ardından da teselli ikramiyesi olarak üç gün istirahat etmek düşmüş. Sonsuza kadar mutluluk kısmı ise muamma. 
  • Tebessüm ile andığım bir anıyı paylaştım sadece. Ama gerçek şu ki o meşhur beyaz ışığı görüp geri geldim. Pamuk ipliği ile bağlı olduğumuz hayat herşeye rağmen çok güzel. Pamuk kelimesi pek hoş olmadı ama aklımızın bir ucunda dursun arada hatırlamakta fayda var... 

23 Şubat 2016 Salı

HADİ İNŞALLAHHH

Toulon 20 yaş altı gençler futbol turnuvası 1967 yılından beri her yıl düzenlenen dünyanın en prestijli gençlik turnuvası. 2003 yılında bende bu turnuvada bulunma şansını elde ettim. Her ne kadar forma şansı bulamasamda orada olmak paha biçilmez oldu benim için. Ülkemiz adına başarısız bir turnuva geçirerek gruptan çıkamadık. O yılın şampiyonu, bizide 2-0 yenen Portekiz oldu. Bu gün baktığımızda o dönem ki kadromuzdan sekiz,dokuz oyuncunun futbolu bıraktığını;   geride kalanlardan Serkan Balcı, Semih Şentürk, TolgaZengin, İbrahim Akın dışındakilerin pek kayda değer çıkış göstermediklerini görürsünüz. Ülke sınırları dışına ise tek bir oyuncu çıkamadı. Fakat o dönemin Portekiz kadrosundan Ronaldo, Meirelles gibi oyuncular dünya yıldızı oldular. Hatta Mascheranolu Arjantin takımından 8 gol yiyen, bizimde 1-0 yendiğimiz İngiltere bile Glen Johnson gibi üst düzey bir oyuncu çıkardı. 
Ülkemizin 17-21 yaş arasında oynadığı milli maçlarda oyuncularımızın çoğunlukla diğer oyunculardan yetenek olarak üstün olduğunu görürsünüz. Fakat kültür düzeyimiz, mental gelişim yetersizliğimiz, antrenman bilimindeki eksikliğimiz en önemli gelişim evresinde oyunculara sınıf atlatamıyor. Günlük başarıya odaklı teknik direktörler genç oyunculara şans vermek yerine kalitesiz yabancı oyunculara yada daha önce denenmiş olmasına rağmen yaşlı yerli oyunculara forma veriyor. Ayrıca yıllardır içinde bulunduğum takımlarda bir kaç antrenör dışında genç oyunculara pozisyon almasını ya da nerde ne yapması gerektiğini öğreten birine de rastlamadım. Oyuncunun her şeyi kendiliğinden yapması bekleniyor. Bu okuma yazma bilmeyen birinin kitap okumasını beklemek gibi bir şey futbol için. Bu zihniyet sonucunda kısa zamanda öğrenilecek temel bilgiler uzun vadeye yayılıyor. 27-28 yaşında gelişimini tamamlayan çoğu oyuncu için artık herşey için çok geç oluyor. 20 yaşında gitmesi gerekirken 28 yaşında Barcelona'ya transfer olan Arda Turan bunun canlı kanıtıdır.  
Tüm bunlara rağmen son yıllarda yurt dışına gönderdiğimiz oyuncular ülke futbolumuzun gelişimi açısından umut verici. Özellikle Altınordu kulübünün akademi zihniyeti ve yerli oyuncuya olan inancı ezberleri bozmuş durumda. Federasyonumuz da tesis olarak yeni atılımlar yapmakta ve donanımlı antrenör yetiştirmekte kararlı görünüyor. 
On yıl sonra çok farklı bir genç nesil görmek, tüm dünyada söz sahibi olmak... 
Hadi inşallah!!!
 

17 Şubat 2016 Çarşamba

BÜYÜK TAKIM !FUTBOLCUSU!

Futbol tarihi büyük kulüplere büyük umutlarla, astronomik rakamlarla transfer olan bir çok oyuncuya sahiptir. Kimileri efsaneleşmiş adını tüm dünyaya ezberletmiş, çocukların idolü olmuş, insanların hayallerini süslemiştir. Kimileri de kısa sürede yok olup isimlerini kaybedenler listesinin en üst sıralarına yazdırmışlardır. 
Büyük kulüpte oynamak futbolcu için bulunmaz nimettir. Her konuda en iyi imkanlara ve koşullara sahipsinizdir. Birlikte oynadığınız oyuncular da futbol hayatınız boyunca  birlikte oynadığınız en iyi oyunculardan oluşur. Tüm bunlara rağmen bireysel olarak başarısız olmak dışarıdan imkansız gibi görünebilir ama aslında çok ama çok zordur büyük takım oyuncusu olmak.
Öncelikle büyük takım her zaman atak oynamak zorundadır. Bu taktiksel kurguya uyum sağlamak özellikle geniş alanda başarılı atak oyuncuları için büyük zorluklara sebep olur. Tam tersine bakarsak oyunu kendi yarı alanında kabul etmeye alışkın defans oyuncularıda oyunu önde oynamanın zorluklarını yaşarlar. 
Taktiksel zorluk en kolay aşılabilir kısmıdır. Takımın tek yıldızı olmaya alışmış oyuncular her oyuncunun yıldız olduğu yerde beklediği ilgiyi göremeyebilir. Buna alışamayan oyuncu saha içinde veya dışında daha fazla şey yapmaya çalışarak hem fiziksel hemde zihinsel olarak çöker. 
İşin bir de taraftar ve camia baskısı kısmı vardır. Geldiği takımda ne yaparsa yapsın desteklenen, alkışlanan oyuncu yaptığı hatalarda tribünden gelen homurdanmalara kulaklarını kapatamazsa tekrar tekrar aynı hataları yapması kaçınılmaz olur. Buna ek olarak yerel medyadan ana akım medyaya geçişte eleştirel olarak büyük handikap yaratır.  Çünkü bazı yazarlar ve yorumcular iyi de olsa kötü de olsa mutlaka eleştirilecek kötü bir yön bulur yada yaratırlar. Okumamak veya izlememek mümkün olsa bile birileri olup biteni mutlaka anlatacaktır. Yani kaçabilmek mümkün değildir. 
Tüm bunlar yetmezmiş gibi futbolcunun her adımı takip edilir. Saha sonuçlarının özel yaşantıyı en çok etkileyen ülkelerden biri olduğumuz için ayda bir kere, izin gününde gece dışarı çıkan bir futbolcu bile eğer kötü sonuçlara aldırış etmeden çıkmaya devam ederse adı alemci olarak anılabilir. Bu durumda camiaya yakışmayan hareketler kapsamına girdiği için kısa sürede kapının önüne koyulabilir. Bu işin masum kısmı tabi ki. Diğer taraftan büyük şehirde ki talebe kayıtsız kalamayan futbolcularda fiziksel olarak çöküntüye uğrar. Buna bağlı olarak sahada yeterli performansı gösteremez. Çıktığı o görkemli sahneden tek perdelik bir oyunla veda eder seyirciye.
Büyük takımda oynamak için sadece iyi futbolcu olmak yeterli değildir. Her koşula uyum sağlamak, sürekli çalışmak, hem fiziken hem de mental olarak gelişmek gerekir. 
İyi olmak değil her zaman çok iyi olmak zorunluluktur. 

8 Şubat 2016 Pazartesi

BİR TOP, BİR ISKA, BİR ÇOCUK

Herkesten önce stada gidip bizim için ayrılan bölümde stat müdürünü beklerdik. Havalar sıcakken şort, tişört soğuyunca eşofman giyiyorduk. Avrupa maçlarına özel sarı fair play eşofmanlarımız vardı. Müdür gelip sayım yapardı kaç kişiyiz diye.  Muhakkak fazla çıkardık. Sonuçta beleş maç izlemek vardı işin ucunda. Fazla gelen arkadaşlarımız kapalı tribüne yollanırlardı ki zaten amaç oydu. Maçtan önce futbolcuları heyecanla izleyip,  ısınmada topla yaptıkları hareketleri hafızamıza kazırdık. Herhangi bir futbolcudan yüz aldık mı yapışırdık yakasına krampon, tekmelik, forma diye. Çoğu zaman elimiz boş dönerdik ama istemekten hiç vazgeçmezdik. Öne geçtik mi yavaş, ki çok ağır küfürler işitmiştim bu sebepten; mağlupsak şimşek gibi hareket ederdik. Maçta olay çıkması için dua ederdik. Çünkü olaylar sırasında sahaya atılan bozuk paralar, akbiller hatırı sayılır miktarda oluyordu. Maç bitiminde tekrar futbolculara (Galip tarafa tabi ki) koşardık isteklerimiz için. Maç biter o coşku dolu stat tekrar sessizliğe bürünürdü. Müdürün işleri bitene kadar beklerdik beş milyon olan harçlığımızı almak için. Parayı aldığımız gibi stadın önünde tek tük kalan köftecilere koşardık. Son kalan soğumuş köfteleri yarı fiyatına verirlerdi sağ olsunlar. 
İşte böyle bir bahar akşamı Galatasaray ile şampiyonluk maçına çıkıyordu Beşiktaş. Nereden bilebilirdim ki o muhteşem futbol şöleninin bana hayatımın en büyük pişmanlıklarından birini yaşatacağını. Kaptan Şifo'nun golüyle öne geçmişti Beşiktaş. Herşey mükemmel gidiyordu ki Halilagiç'in geri pasına ıska geçti Fevzi abi.
İşte ben, hep kapalı tribün önünde bekleyen ben o gün yeni açık önündeki kalede top topluyordum. İki hafta önce Fevzi abinin verdiği, üç çorapla giydiğim kramponlar vardı ayağımda. Yeşil dilleri olan, paramın asla yetmeyeceği Puma King kramponlar. Halilagiç pası verdiği anda hissettiğimden mi bilmiyorum ufak bir hamle yaptım sahaya koşmak için. Muhtemelen yakalayamazdım ama yanımda ki arkadaşım tuttu kolumdan. 
Bir insanın kaderini değiştirecektim kendisinin verdiği kramponlarla bir topa vurarak. Mahallede, hatta tüm ülkede Beşiktaşlılar kahraman ilan edeceklerdi beni ama gözlerimin önünde ağlara gitmişti işte top.
Yakalamam olanaksızdı belki o topu ama denememiş olmak hayatımın en büyük pişmanlıklarından. 
Deneyin içinizden gelenleri;  olmazsa en azından denedim dersiniz. Yoksa bir ömür keşke...

1 Şubat 2016 Pazartesi

ETKİ!!!

Her maç daha fazla seyirci gelmeye başlar, tribünde popüler simalar, simsarlar görünür. Maç öncesi stat önünde köfteci sayısında bile artış gözlemlenir. Hissedilmeye başlanmıştır şampiyonluk. Makam araçları maç başlamadan dizilirler kapıya. Olası şampiyonlukta destek vermiş olacaklar ya hani o sebepten yani. Tüm şehire yayılır yavaştan yavaştan heyecan. Henüz takım tutma sevdasına erişmemiş çocuklar bu zamanlarda düşerler işte sevdaya. 
Son haftalarda bilet de bulunmaz artık. Kapıya yazdırılan isimler kağıtlara sığmaz. İçten içe kin besleyenler bile içeri girmek için her türlü yalakalığı yaparlar. Karşılıklı tezahürat yapılacak kıvamdadır artık tribünler. Sosyete bile sıra gelse de bağırsak diye hevesle bekler. Bayraklar, pankartlar, koreografiler yaratıcılığın doruğuna ulaşır. 
En vasat görünen oyuncular bile havaya girer işte böyle zamanlarda. Oyuncular, takıma faydalı olabilmek adına canını dişine takar, tribünde gırtlağını parçalarcasına tezahürat yapan taraftarlara nispet yaparcasına. Bilirler ki hafızalarda yer etmek gerekir ucundan,  kıyısından ya da tam ortasından. Atağa kalkarken uğultuyla, coşkuyla, taraftarla beraber kalkılır. Koca stat yek vücut haraket eder. Zor görünen herşey kolaylaşır bir anda. Hep bir ağızdan söylenen şarkılarda tek bir nota şaşmaz, kusursuz bir ses ortaya çıkar. İşte taraftar ve takım da aynı şarkıyı söyler maç bitene kadar hiç susmadan. 
Kimse farkında değildir ama yaşananlar bir sezon veya bir maçtan ibaret değildir. Koca bir şehrin kaderi değişir. Simitçi daha fazla simit satacak, otellere daha fazla müşteri gelecek, statta daha fazla insan çalışacak, maçlardan daha fazla insan dolmuşla evine dönecektir. Kim bilir belki köfteci Hüseyin Abi oğluna istediği bisikleti bile alacaktır şampiyon olunca. 
Kelebek etkisi misali sen bir bilet alırsın, bir başkası forma, bir futbolcu gol atar, bir hakem penaltı çalar,  yapılan her şey sonuçta belki bir çocuğun gülümsemesine belki şampiyonluğa sebep olur. Her ikiside görülmeye değer...

23 Ocak 2016 Cumartesi

Küçük bir KAPTAN anısı..

Sezonun en önemli maçında  küme düşmek üzere olan rakibe karşı dakikalar yavaş yavaş erimekte. Rakibin kontra ataklarının ardı arkası kesilmiyor. Biraz şans biraz beceriksizlik sayesinde fark açılmıyor. Sahada birbirimize endişeli gözlerle bakıyoruz. Rakibin yere yatmaları, yavaş hareketleri, hakaretleri ve hakemin bunlara göz yumması endişemizi bir kat daha arttırıyor. Top kullanmak, risk almak kimileri için imkansız denecek kadar uzak. Hoca kenardan " Haydi olacak merak etmeyin hadi aslanlarım " diye bağırmaktan helak olmuş durumda. Koskoca ikinci yarıda rakip yirmi dakika yerde yatıyor ve her yere yatışlarında sahada ki en inanmış adam gelip " Yatın yatın nasıl olsa atacağız " diyor. Sadece söylemekle kalmıyor tabi. Koşuyor, top kullanıyor, arkadaşlarını yönlendiriyor, rakiple boğuşuyor. Biz onu gördükçe daha fazlasını yapmak için çabalıyoruz; onun inandığına bizde inanıyoruz. 
Dördüncü hakem uzatma dakikalarını göstermek için tabelayı kaldırıyor. En az on dakika olması gerekirken beş dakikayı görünce beynimizden vurulmuşa dönüyoruz. Bir tek o sakin. " Merak etmeyin atacağız " diyor. Diyor ama topun kaleye girmek gibi bir niyeti, bizimde inancımız yok artık. 
Son şansımız frikik. Hani herkesin atıştan sonra maçın biteceğini bildiği atışlar var ya işte o türden. Ceza sahasında adım atılacak boşluk yok. Tam atış kullanılacak derken hakem uyarısı geliyor didişen oyunculara. Tekrar pozisyon alıyoruz. Gözüm onu arıyor. Her zaman durduğu yerden farklı yerde bu sefer. Boşalttığı alana gidiyorum bende. Atış kullanılıyor. Ön direkte iki kişi vuramıyor topa. Ayağımı sallıyorum; seken top kaval kemiğime çarpıp gol oluyor. Belkide şampiyonluk golü olan gol kaval kemiğiyle atılan sezonun en çirkin ama en özel golü oluyor.
Herkes ayrı yöne koşuyor. Sevinçten çılgına dönmek tabiri can buluyor o anda. 
Ona bakıyorum iki yumruğu havada bağırıyor. Koşup sarılıyoruz. Santraya doğru yürürken gözüm kolundaki banta takılıyor. Tek bir harf var bantın üzerinde. Kaptanın kısaltması olarak. İçimden "Ne farkeder" diyorum. " Büyük harflerle sahaya yazdıktan sonra kolunda yazmasa ne farkeder" KAPTAN...

15 Ocak 2016 Cuma

FİGÜRAN

Yıllardır ne iş yapıyorsun sorusuna utana, sıkıla futbolcuyum cevabını veriyorum. Karşılığında gördüğüm tepkiler kültür seviyesi, yaşı, mesleği, cinsiyeti ne olursa olsun yüzde doksan aynı şekilde oluyor. Doğal olarak ilk soru "Hangi takımda oynuyorsun?" oluyor. Ve hemen arkasından "Ne kadar kazanıyorsunuz?" geliyor. Belkide  hiçbir meslek grubu bu soruya bizim kadar maruz kalmamıştır. Kolayca savuşturamazsınız üstelik; çünkü en ince ayrıntısına kadar anlatmazsanız tatmin olmazlar. Hele ki yakın bir akraba falan sorduysa söylemediğinize pişman edebilir sizi. "Korkma oğlum para istemeyeceğiz" ya da "Paranda gözümüz yok" diyerek sitem etmeleri olasıdır. Soruyu soran kişi erkekse para mevzusunu takiben konu futbolculuk anılarına gelir. Babam izin vermedi, sakatlandım, hoca hakkımı yedi ondan bir yerlere gelemedim; genel futbolcu olamama sebepleridir. Kendi değilse bile mahallede çok yetenekli bir çocuk vardır ama o da aynı sebeplerden futbolcu olamamıştır. Hem torpil olmadan olmazdır bu işler. Adamın olmalıdır. (Şair burada alttan alttan futbolcuya giydirir)
Tüm bu konuları atlattıysanız sıra en önemli konuya nasihata gelir. "Yatırım yap." , "Paranı iyi değerlendir" , "Sigara içme" gibi saymakla bitmeyecek nasihatlar arka arkaya sıralanır. Çoğunluklada kelin ilacı olsa cinsinden nasihatlerdir. 
Bizler ortalama on iki yaşından  on sekiz yaşına kadar antrenman yapıp mesleğe ön hazırlık yaparız. Profesyonelliğe geçiş sonrası aşırı şanslı değilsek ilk iki sene bedavaya oynarız. Çünkü altyapıdan çıkan oyuncuya boş mukaveleye imza attırmak ülkemizin genlerine işlemiştir. Ancak üstümüze başımıza ya da ailemize ufak miktarda yardım edecek kadar para elimize geçer. Eğer başarılı olur kendini kabullendirirsen para kazanmaya başlarsın kulübünde ama bu para da takımdaki diğer oyunculardan düşük olacaktır mutlaka. Sonraki yıllarda bir takımda ne kadar uzun süre kalırsak o kadar çok para kazanırız. Çünkü bir takımdan ayrılmak demek alacaklarınızı bırakmak demektir çoğunlukla. Sakatlıkları, cezaları falanda hesaba katarsanız futbol yaşantımızın altı yedi senesi boşa geçer. Bu konuya üst düzey oynayan nadir futbolcuları katmıyorum tabi ki. Geriye kalan yıllarda kazandığımız para ile hem geleceğimizi planlamak hem de belli bir standartta yaşamak zorundayız. Eğer gerektiği gibi çok karlı yatırımlar yapmazsak kabus dolu günler yaşamamız kaçınılmazdır. 
Düşünün futbol oynamaktan başka hiçbir şey yapmamış bir insan ne yapabilir otuzlu yaşlarının sonuna gelmişken. Hayata sıfırdan başlamak çoğu insanın kendi tercihiyken bizim mecburiyetimiz oluyor dolayısı ile.
Hayatının en güzel çağlarını kamplarda geçiren, sevdiği insanların bırakın mutlu günlerini cenazelerine dahi iştirak edemeyen, fiziken ve ruhen yıpranmış insanlar olarak mezun oluyoruz futboldan. Dışarıdan toz pembe gözüküyor hayatlarımız ama emin olun o gördüğünüz görkemli yaşamları çok küçük bir futbolcu kesimi yaşıyor.  
İşte aynı filmlerde ki gibi başrol oynayan bir kaç kişi ile beraber bizde göz önündeyiz ama figüran olarak noktalıyoruz kariyerimizi...


10 Ocak 2016 Pazar

PENALTI

Penaltı futbolun tartışmasız en heyecanlı anıdır. Futboldan anlasın anlamasın farketmez her insan penaltı atışlarına bayılır. Maç bitsinde dizimizi izleyelim diyen kadınlar bile "Ay madem bu kadar uzadı penaltılara kalsın da heyecan görelim" diye çark eder. Penaltı izleyen için zevklidir ama atan için çokta zevkli sayılmaz bazı maçlarda. Hatta tek bir penaltı futbolcunun hayatını kabusa çevirebilir. Mesela Roberto Baggio dünya kupası finalinde penaltı kaçırdıktan sonra mahallede kimse Baggio olmuyordu; maç yaparken ya da dokuz aylık oynarken. Ne kadar zor olabilirdi ki penaltı atmak. Hem öyle bizim gibi yedi adımlık kaleye değil tam yedi metre otuz iki santim kale yerine auta atmıştı topu. Bizde aynı hızla Baggio'yu atmıştık auta. Sadece biz değil tabi tüm dünyada yerden yere vurulmuştu Baggio. Bende o acımasızların arasındaydım o zaman. Sonradan öğrendim ki penaltı kolay gözüksede bir çok etkenin birleşmesiyle kabusa dönüşebilirmiş. Kaçıncı dakika olduğu, rakibin durumu, ismi, puan durumu, deplasman, iç saha, zemin, hava şartları ve daha bir çok etken atışı kolaydan zora çevirebilirmiş ama ben nereden bilebilirdim ki bunları.
Geçen senelerin ardından penaltı atmayı öğrendim ve her çeşit penaltı atışına da şahit oldum. Tüm gücü ile vuranlar, dipleyenler, kalecinin hareketine göre köşe seçenler, ortaya vuranlar, daima aynı köşeye vuranlar ve kafasına göre takılanlar. Penaltıda çoğu oyuncunun ritüeli vardır. Gerilirken hep aynı sayıda adım atmak, topu öpmek, atacağın köşeye bakmamak, hep aynı duayı etmek, konç düzeltmek, gözlerini kapatmak ve daha bir çok garip totem görebilirsiniz. Bunların yanında kaleye sırtını dönmek,topu ayakla dikmek ya da penaltıyı yaptıranın atması da uğursuzluk sayılır ve genellikle yapılmaz. Kaçırma ihtimaliniz atışınıza göre yükselir yada azalır. Kaleciye bakarak atıyorsanız kaleci siz vurana kadar kımıldamazsa yüksek ihtimal kaçırırsınız ama hemen hemen her kaleci vurulmadan hareket eder. Köşeniz belliyse ve değiştirmiyorsanız kaleci erken hareket ederse  kaçırırsınız. Çok sert vuruşlar garanti gözüksede aut riski taşır. Topu diplemek başlı başına sanattır. 
Enteresan bir durumda teknik kapasitesi yüksek oyuncuların penaltı kaçırma ihtimalinin daha fazla olmasıdır çünkü tekniği sınırlı oyuncular yapabileceği en iyi vuruşu yapmak için konsantre olup elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışırken; teknik oyuncular rahattır ve yüksek özgüvenleri hatayı doğurur. Solak oyuncular penaltı atamaz klişesi bundan dolayı çıkmıştır. Çünkü solak oyuncuların neredeyse tamamı tekniği iyi oyunculardır. 
En stresli penaltılar finallerde atılan seri penaltı atışlarıdır. Maçtan önce ki antrenmanda penaltı çalışılmış olsa dahi maçın şartları herşeyi değiştirir. Hatta bazen penaltı atmayı isteyecek oyuncu  bulamayabilirsiniz. İlk penaltıcı ve son penaltıcı hayati önem taşır. Bir de bunların hepsinin ötesinde sık sık yaşanan penaltı atma kavgası vardır. Penaltı olunca topu kapıp ben atacağım durumu yani. Her takımda maçtan önce duran topları kullanacak oyuncular tek tek büyük harflerle tahtaya yazılır. Fakat bazen maç esnasında biri çıkıp kendi kendine penaltı atmaya karar verir. Bu durum; penaltı kaçırıldığı takdirde bu hareketi yapan kişinin kendi kullansada kullanmasada günah keçisi olacağı durumdur doğal olarak. Kendi kaçırırsa "Bu takımın penaltıcısı var" penaltıcı kaçırırsa "Konsantrasyonu bozdu" olur. Gerçekten de penaltıdan sorumlu olan oyuncu için de sıkıntılı bir durumdur. 
Futbol tarihi penaltı kaçırarak tarihe geçmiş oyuncularla doludur. Ama içlerinden Deportivo'yu şampiyonluktan eden Djukic'in penaltısı belkide en can alıcısıdır. Ligin son maçında doksanıncı dakikada kazanılan penaltıyı kaleciye teslim etmişti Djukic hatırlarsanız. O durumda bile  alkışlarla beraber, sevgi seli içerisinde uğurlanmıştı taraftarlar ve takım arkadaşları tarafından. İşin aslı Bebeto topun başına geçmeye cesaret edememiş; bunun üzerine tüm sorumluluğu Djukic almıştı üzerine. İşte tam bu sebepten penaltı atmak yürek işidir. Belki futbolunuzla değil ama zor zamanda ortaya koyacağınız yüreğinizle tarihe geçebilirsiniz; attığınız penaltı gol olsada olmasada...

7 Ocak 2016 Perşembe

ALTYAPI

Çok sık duyduğumuz bir klişedir "Altyapıya önem vermek". Kulağa çok hoş gelir. Fakat son yıllarda endüstriyel futbol her deliğe girip futbolun tüm saflığını yok etmiş durumda.Tüm dünyada futbol siyasete,mafyaya,reklam ve yayın sektörüne yenilmiş durumda.Bu durumda son kalemiz tertemiz altyapılar olarak gözüküyor.Şu an geçmişe dönme şansım olsa hiç düşünmeden ömür boyu altyapıda oynamayı isterdim.Saf arkadaşlıkların olduğu,yokluğun,bir şişe suyun,kramponun,cebindeki son paranın kısacası insanın kardeşiyle paylaşabileceği ne varsa onun paylaşıldığı o günlere dönmek ve futbol yaşantımı o saflığın içinde bitirmek;bu sporu yaparken yaşayabileceğim en büyük haz olurdu.Paranın olmadığı bir dünya altyapı.Galibiyet para kazandırmaz,şampiyonluk primi giydiğin formanın sana hediye edilmesidir. Mağlubiyetlerde ağlamaktır hep beraber;yalansız dolansız içten sarılıp teselli etmektir birbirini.Arkadaşına:"A takıma çıkarsan bizide görürsün artık demektir" altyapı.
Son zamanlarda altyapıların gelişimi için düzenlenen dünya çapında organizasyonlar var.
Menajerler,izleme komiteleri,reklamcılar hepsinin gözü bu organizasyonlarda. Ve hızla tüketiyorlar bu organizasyonlarda gençleri o veya bu şekilde. Daha sık duyar olduk "Altyapıya önem vereceğiz" laflarını. Altında yatan sebepler gençlerin daha iyi gelişimi için olsa inandırıcı olabilirler aslında ama amaç her zaman daha çok para! 
Siz boşverin şampiyonlukları falan kendi takımınızda mahallenizden yetişmiş altı,yedi oyuncu olması kadar büyük mutluluk olabilir mi taraftar için. İşte bu yüzden yöneticiler,menajerler,reklamcılar falan değil siz önem verin altyapıya.Onlar değil siz yönelin altyapıya ki düşmesin son kalemiz temiz kalsın çocuklarımız...

5 Ocak 2016 Salı

PAPAZ

Bir futbol takımının olmazsa olmazı taraftar tabiriyle papaz futbolcularıdır. Papaz denilince  genellikle fazla koşmayan,gençlere bağırıp çağıran,yeri geldi mi döven hatta hoca üzerinde bile etkisi olan oyuncu akıla gelir ki haklı sayılabilecek bir tabir diyebilirim.Bir takımın başarısında bu oyuncu veya oyuncuların rolü çok önemlidir. Ben papazları kupa ve sinek papazı olarak ikiye ayırıyorum. Sinek papazları sahada faydalı olmayan,gereksiz yere bağırıp çağıran,fazla sevilmeyen,saygıyı ise sadece yüzüne karşı gören,herşeyi kendine hak gören geçmişiyle övünen egosu yüksek memnuniyetsizlerdir.Kupa Papazları ise yeri geldiğinde otoriter yeri geldiğinde sevecen yaklaşır,mesafesini korur,sahada ağırlığını hissettirir,gerektiğinde yönetime,hocaya karşı takım arkadaşlarını savunur,takımda derdi olan personel dahil ilk ona koşar.Takımın yönünü belirleyen önemli faktörlerden biridir.Genç oyuncular için iki çeşitte takıma gereklidir ki doğru yanlış ayırımı yapabilsinler.Papazları iyi yönlendirebilen teknik direktörler başarılı olurlar.Fakat ne yazık ki hangi tür olursa olsun başarısızlık durumunda ilk kadro dışı kalacak oyuncular listesinin başında bu oyuncular gelir.En ufak başarısızlığın aksiliğin cezası Papazlara kesilir.Genç olduğum dönemlerde bir çok papaz oyuncuyla tartışmışlığım hatta kavga etmişliğim bile var.Fakat geriye dönüp baktığımda yaşadığım şampiyonluklarda ne kadar büyük katkıları varmış şimdi anlıyorum.Şampiyon olmuş bir takım hatırası olarak:
"Maç başları dağıtılmış herkes elinde kimisi kalın kimisi orta halli zarflarla odasına dağılmıştır. Paraları güvenli bir yere koyup her zaman kalabalık olan muhabbet odasına elde çayla geçilir. Kahkahalar havada uçuşurken kapı açılır.Suratı asık genç bir oyuncu Papazımızın yanına gelir."Abi bana ödeme yapmadılar.Dün kızım bebek istedi şimdi ben alamadan nasıl eve gidicem"der.Gözleri dolar ve cevap beklemeden kaçar gider odadan.Sessizlik çöker odaya.Çaylar bile buz keser.Herkes başı önde yere bakar utanır az önceki neşe dolu halinden.Papazımız tek kelime etmeden yerinden kalkar.Muhasebeye gider.Sesi tüm tesiste yankılanır.Elinde zarf genç oyuncunun odasına girer.Herkes odasına döner ve o gün hakkında tek kelime konuşulmaz.Takım şampiyon olur üstünden seneler geçer ama hala kimse bilmez o zarfı kimin doldurduğunu..."

4 Ocak 2016 Pazartesi

ISIN-MA-K

Hemen hemen tüm futbolcular ısınmaktan nefret eder. Her ne kadar sakatlık riskini en aza indirmek için iyi bir ısınmanın gerekliliğinin farkında da olsak maalesef sevmiyoruz sevemiyoruz.Senelerdir bekliyoruz bir hap falan çıksında şu ısınma işi son bulsun diye ama İsviçreli bilim adamları henüz bir çare bulmuş değiller.Kolları çevir,topuklarını kıçına vur,yan yan koş,hafif tempo aç hoop ordan açma germeye geç ritmik takım halinde hareketler falan ooo yok yok bitmez arkadaş zaten üç kuruşluk enerjimiz var o da ısınmada uçtu gitti.Antrenmandan da saymazlar ısınmayı. Hoca antrenman süresini söylerken "ısınmayı saymazsak bir saat on beş dakikalık antrenmanımız var" der. Niye saymıyorsun arkadaş madem sayılmıyor niye yaptırıyorsun bırak evde yapıp gelelim.Bu kadar nefret etsek bile maç ısınmasının yeri ayrıdır. Bacaklar yağdan parıl parıl parıldar,saç baş yapılı,dövmeler görünücek şekilde ayarlı,olabilecek en karizmatik şekilde sahaya çıkılır. İki bilemedin üç tur koşulur o arada çaktırmadan taraftarlar kesilir.Tanıdık simalara gülümsenir. Sonra takım halinde hareketler başlar o esnada taraftar yumruk şov için tek tek tribüne çağırır. Önce duymamazlıktan gelirsin ki biraz daha yüksek sesle bağırsınlar.Öyle çokta beklenmez haa ayarını bileceksin. Dar alan oyuna geçilir.Arkadaşa bacak arası falan atılmaz rencide edilmez maç öncesi morali bozulmaz. Hafif ter çıksın yeter.Sonrasında karşılıklı uzun  toplara geçilir bir iki estetik hareket falan sıkıştırılır araya ve ısınmanın son kısımı başlar. Bu kısımda yedek kaleciye büyük iş düşer.Kaleye şut atan arkadaşlarından gol yemek için elinden geleni yapar. Soyunma odasına girmeden son motivasyonu o sağlar takıma.Geriye kalan deparlar prosedür gereği atıldıktan sonra taraftar son kez alkışlanır ve soyunma odasına gidilir. İyi ısınma beyler Haydi haydi haydi kazanıyoruz bugün!!!

3 Ocak 2016 Pazar

İLK GÜN

Altyapıdan A takıma geçiş futbolcunun sanılanın aksine en sancılı dönemidir. Hele ilk gün mutluluktan,heyecandan ölebilirsiniz.Yıllardır hayalini kurduğunuz gün gelmiştir sahada neler yapacağınız bile ezberinizdedir.Gelin görün ki koca bir hayal kırıklığıdır.Ne sahada istediğinizi yapabilirsiniz ne de yapmanıza izin verirler.Antrenmanlarını izlediğiniz,televizyonda maçlarını kaçırmadığınız hayran olduğunuz adamlarla aynı sahadasınızdır. Normal şartlarda o adamlarla eşit olmanız gerekir çünkü sahada ne yaş ne kariyer ne de sosyal statünüz önemlidir.Ama bizim ülkemizde eşit değilsinizdir ve bunu ilk hatanızda sizi azarlayan abiniz (ki her takımda en az bir tane bulunur) size hatırlatır.Yaşadığınız şaşkınlık ve moral bozukluğu ile nasıl bittiğini bile anlamadığınız antrenman sonrası sıra duş faslına gelir.Duş sayısı yeterliyse rahatça duşa girebilirsiniz değilse beklemek zorundasınız.Nasıl davranacağınız konusunda en ufak bir fikriniz yoktur. Kimseye bakmamaya çalışarak giyinirsiniz.Orada olduğunuz bile belli değildir aslında ama yinede temkinli davranırsınız.Yemekte de aynı durum geçerlidir.Birinin yerine oturmamak için bekler herkes oturduktan sonra oturursunuz. Yemek biter takım dağılır.Eğer biri nereye gidiyorsun yada araban var mı diye sormazsa ilk gün olduğu için utanır sizde kimseye bir şey soramazsınız. Herkes lüks arabasına binip evine yada senin bir aylık harçlığına denk gelen paraya kahve içmeye gider. Sen otobüse biner kendi gerçeğine dönersin.O güne kadar A takıma çıkmak işi bitirmek diye düşünürken aslında en zor kısıma yeni başladığının farkına varırsın otobüs sallanarak ilerlerken. Sokak kapısının önünde bozulan moralini belli etmemek için kendini toparlar yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirirsin.Zili çalar eve girersin;tüm aile gözlerinin içine bakar anlat diye. Umutları kırılmasın diye bambaşka bir hikaye anlatırsın.İlk günden hoca seni çok sevmiştir ve tüm abilerin sana çok iyi davranmışlardır hatta çift kale maçta 1-2 gol bile atmışsındır...

2 Ocak 2016 Cumartesi

Bilinmeyen Futbol

Merhabalar..  
Bugüne kadar futbol ile ilgili bir çok yazı okudunuz.Taktik,teknik,istatistik hatta ileri gidip psikolojik kısımlarını yazanlar bile oldu. Peki ya bilmedikleriniz? Antrenmandan önce neler olur? Maçlardan önce ne yenir? Kim ne konuşur? Gece kulüplerinde futbolcuların işi ne? Kazanılan para nasıl harcanır? Transferler nasıl gerçekleşir? Taraftar futbolcuya ne ifade eder? Aklınıza gelebilecek her sorunun cevabını bu sayfada bulabileceksiniz. Gerek kendi futbol yaşantımdan gerek bildiklerimden yaşanmış kimi zaman hüzünlü kimi zaman komik anılarla sizlere futbolun hayat kısmını anlatmaya çalışacağım umarım beğeniyle takip edersiniz. Şimdilik hoşçakalın...